logo

YALVAÇLI CEMİLE HANIM – III

Prof.Dr. Nuri KÖSTÜKLÜ

YAZI DİZİSİNİN İLK BÖLÜMÜNÜ OKUMAK İÇİN TIKLAYINIZ…

YAZI DİZİSİNİN İKİNCİ BÖLÜMÜNÜ OKUMAK İÇİN TIKLAYINIZ…

 

(Geçen sayıdan devam)

 

Oğullarını evlendiren Cemile Hanım ve Nuri Efendi’nin keyfine diyecek yoktu. Tek çocukları Murat’ı, Allah onlara bağışlamış ve evlendirmişlerdi. Şükrediyorlardı Yaradan’a. Ama Cemile Hanım, aşırı sevinmekten veya aşırı üzülmekten her zaman geri duruyordu. Hatta hayatı boyunca, oğluna, torunlarına ve diğer yakınlarına; “hiçbir şeye aşırı sevinmeyin, hiçbir şeye de çok fazla üzülmeyin” telkininde bulunuyordu. Bu yaklaşım, aslında içinde bulunduğu Türk-İslam medeniyetinin bir ilkesi idi. Bir şeye çok sevinmenin insanı şirke götürebileceğine, bir şeye de aşırı üzülmenin kadere karşı gelmek olacağına yaşantısı ile işaret ediyordu Cemile Hanım. O, şüphesiz aklı bir tarafa bırakmadan tedbir alınmasının gerekliliğini etrafına söylerken en sonunda “olanda hayır vardır” diyenlerden idi.

Cemile hanım hayatı boyunca ifrat ve tefritten uzak, “Hayrü’l umûri evsatuha” (işlerin hayırlısı orta yol olandadır) hadisinin anlamı çerçevesinde yaşama gayreti içinde bulunageldi. Hayata hep olumlu bakardı. Belki bu, onun yetiştiği medeniyet çevresinden edindiği “olanda hayır var” prensibini benimsemesinden kaynaklanıyordu. Çevresine “omuzumda heybem var, güzel şeyleri ön gözüne koyar, güzel olmayanları arka gözüne atıveririm” derdi. “Kin”, “nefret” gibi kavramları hiç bilmiyordu. Eltisiyle bazı kırgınlıklar yaşansa bile O, bunu hiç uzatmaz, çoğu Yalvaçlı’da adet olduğu üzere, genellikle kış aylarında Cumartesi akşamı mahalle fırınına verilip Pazar sabahı fırından alınan kapağı hamurla sıvanmış keşkek çömleği eve geldiğinde hemen usulca eltisinin evine gider onu keşkek yemeye veya bulamaç çorbası yapıldı ise bulamaç çorbasını içmeye davet ederdi.  Onun bu hassasiyeti, aile hatta sülalenin fertlerini sofra başında toplaması ve bu sofrada oluşan sohbetle büyüklerden küçüklere geleneğin aktarımına katkı sağlar iken, aile olma şuuru ve mensubiyet duygusunun inşasına da şüphesiz hizmet ediyordu. Okul, iş hayatı vb. şartlarla yemekte bile bir araya gelemeyen veya aile içinde değil de dışarıda yemek yeme veya ayaküstü yemek yeme alışkanlığı gittikçe artan günümüz Türk ailesinde ise, üç öğün olmasa da en azından sabah veya akşam sofrasında aile fertlerinin bir arada bulunabilmesi, galiba özlenen bir tablo haline gelmiş olmalı.

Sekiz çocuğu yaşamamış, dokuzuncu çocuğu Murat’la birlikte, kızı kabul ettikleri bir gelinlerinin hanelerine katılması onları çok mutlu etmişti. Bir yıl sonra, 1959’da bu çatı altına bir torun katılınca mutluluklarına diyecek yoktu. Evlerine heyecan katan bu yavruya dedesinin adını verdiler. Daha sonra ikinci torun Feridun, üçüncü torun Cemile’nin “anamın ad”ı diye sevdiği Ayşegül bu haneyi zenginleştirdi.

Torunlar ilkokulu bitirinceye kadar babaanneleri ile aynı odayı paylaştılar. Bu paylaşım Nuri, Feridun ve Ayşegül için sanki ikinci bir okul idi. Konuşmaları ve davranışları ile adı konmamış Türk- İslam kültürü babaanne vasıtasıyla torunlara nakış nakış işleniyordu. Akşam uyumadan önce anlatılan masallarda “kıssadan hisse” çıkıyor; masalın sonunda iyilik, güzellik, doğruluk, çalışkanlık hep galip geliyor idi. Bazen de, Köroğlu, Battal Gazi menkıbeleri ve hatta Cihan Harbi ve İstiklal Savaşında yaşananlar anlatılarak,  henüz ilkokula başlamamış veya ilkokul çağında olan bu küçük kalplerde milli duygular yeşertiliyordu. Sabahleyin bir tarafta henüz yeni yakılmış kuzine sobanın üzerindeki çaydanlıktan çıkan kaynayan su sesinin eşliğinde, babaannelerinin tespih ve arkasından dua sesleri ile uyanmak bu çocuklara huzur veriyordu.  Namaz ve duadan sonra Cemile, duvarda asılı ve yanında ay yıldızlı bayrak bulunan Kuran’ı alıyor ve her satırını ihlas suresi ile okuyordu. Çünkü ümmi idi, okuma-yazma bilmiyordu. Muhakkak bu şekilde okunan Kuran ve hatim kabul oluyor olmalı ki, her hatim sonunda Cemile Hanım kendini Rabbine yakın ve mutlu hissediyordu.  Kuranı tekrar yerine astıktan sonra, Cemile Babaannenin, henüz uyanmak üzere olan torunlarının başını “iyi insan ol, hayırlı evlat ol, âlim ol, başına ak günler doğsun, mutlu evlilikler gör, dallan budaklan”  sözleriyle okşaması, unutulacak gibi değildi. Bu sözleri hemen her sabah eksiksiz ezbere söylerdi.

Aynı odada kaldığı torunlarının bir gözlemi de, babaannelerinin hayatı boyunca uyku dâhil ayaklarını uzatarak yatmamasıdır. Dizlerini karnına çekerek bebeğin anne karnındaki pozisyonuna benzer şekilde uyurdu. Torunu Nuri’nin merakını celp etti, ona; “babaanne niçin böyle yatıyorsun” diye sorduğunda, “Peygamberimiz böyle yatarmış” cevabını aldı. Peygamberimiz gerçekten bu şekilde yatsın veya yatmasın burada önemli olan, Cemile Hanım’daki Peygamber aşkı. Aslında bu tablo Türk milletindeki Peygamber sevgisinin somut delilinden başka bir şey değildi. Bu sevgi, Türk milletinden başka bir millette olmayan, Süleyman Çelebi’nin kaleme aldığı “Mevlit”te de açıkça kendini gösteriyordu. Torunlarının babaanneleri ile ilgili bir diğer merak konusu da yatağında bir avuç büyüklüğünde kiremit parçası bulundurmasıdır. Çocuklar bunu o günün çocuk aklıyla; “her halde ısınmak için” diye düşünürlerdi. Ama aslında bu hadise, eğer yatakta son nefese yaklaşılır ise huzura teyemmüm ile abdestli çıkabilmek için idi. Nitekim çocuklar, babaannelerinin her akşam uykuya varmadan; “yattım Allah kaldır beni/  sağ yanıma döndür beni/  eğer gafil bulunursam/  iman ile gönder beni”  şeklinde mırıldandığını hep duyarlardı.

Cemile Hanım’ın hanesinde kilit nedir bilinmezdi. Odalarda kilit olmadığı gibi, çoğu zaman da sokak kapısı yani dış kapı bile kilitlenmezdi. Yalnızca damağı geçen kapı, dışarıdan yukarıya doğru kaldırınca açılıverirdi. Sabah namazına kalktığında dış kapıyı da rahatlıkla açılacak şekle getirirdi. Bu durum ister istemez hane halkını ve özellikle çocukları endişelendirirdi. “Babaanne niçin kapıyı açık bırakıyorsun, kilitlemiyoruz” diye sorulduğunda;  “kilitli eve melek girmez, nasipler dağıtılmaz” derdi. Benzer örnekleri mahallenin diğer sakinlerinde görmek mümkündü. Mesela Boçculların Osman Kulak’ın evinin sokak kapısında damağı geçmeyen eski bozuk bir top kilit görürseniz, bu evde yokuz demek idi. Bu tablonun dini açıklaması bir tarafa, aslında sosyolojik anlamı üzerinde durmak gerekir. O yıllarda, insanlar arasında bir güven vardı. Hırsızlık hadiseleri yok denecek kadar azdı. Hatta 1970’li – 1980’li yıllara kadar Yalvaç esnafı bir işi olduğunda kısa süreliğine dükkânından ayrılırken veya camiye giderken dükkân kapısının önüne yalnızca sandalyeyi koymakla yetinirdi. Terzi Murat Usta da Yemeniciler Arastasındaki diğer esnaf komşuları gibi, kısa sürede dükkânından ayrıldığında kapının önüne sandalyeyi koyuverirdi. Dükkânın kilidi kapının önüne konan sandalye idi. Aşağı yukarı Yalvaç’ın bütün esnafı adını bilmeden ahilik ahlakını yaşıyorlardı. Bu durum yalnızca Yalvaç’ın değil, sivilizasyon etkilerinin fazla görülmediği bütün Anadolu kazalarının ortak özelliği idi.  Öyle şimdikiler gibi, kepenkini sonuna kadar indirmez, kat kat kilitlemezlerdi. Burada sormak lâzım “Ne idik Ne olduk” ? Mahkemelerde hırsızlık, icra, kişiler arasındaki dava dosyaları niçin gittikçe artış gösteriyor? Galiba bunu toplum olarak sorgulamak durumundayız.

Söz toplumdan açılmışken, Cemile’nin yaşadığı yıllardaki “mahalle” kavramını da günümüz insanına hatırlatmak gerekiyor. Apartmanlar mahallenin yerini almadan önce Türk kültüründe mahallenin sosyolojik bir işlevi vardı. Mahalle canlı bir doku, sanki bir aile idi. Nasıl aile fertleri birbirinin derdinden sıkıntısından anlar ise -şüphesiz istisnaları olmakla birlikte- mahalleli de kendi komşusunun üzüntüsüne veya neşesine ortak olurdu[1]. Cemile’nin yaşadığı Kaşmahalle de böyle idi. Cemile’nin gelini Türkân Hanım, kendi babasından kalma Masır’daki bahçeye eker diker idi. Mahsul zamanında, sebze ve meyveyi evine getirdiğinde, mahallede ihtiyacı olanlara, getirilen ürünlerden sele sele dağıtırlardı. Bu iş profesyonel olarak yapılmadığı için “satmak” nedir bilinmezdi. Kaşmahalle’de ve Yalvaç’ın diğer mahallelerinde pek çok hanede inek veya camız (manda) bulunur idi. Kış gelinceye kadar bu hayvanlar harman yerinde toplanır, inekler ayrı bir sürü, camızlar ayrı bir sürü halinde başlarında çoban olduğu halde Düzkıra otlamaya gider ve akşam da evlerine dönerlerdi. Cemile Hanımın da bir ineği Sarıkızı vardı. Sarıkızı sabahleyin kapıdan bırakır ve bu hayvan neredeyse bir kilometre ilerdeki toplanma yerine kendi gider, akşam dönüşte de harman yerinde çoban tarafından bırakıldığında Sarıkız kendi başına evine gelir ve kapının önünde “mööö” diye seslenince Cemile Hanım “geldim kızım” diyerek kapıyı açar ve hayvan ahırına girerdi. İnsan ile hayvanlar arasında böyle sıcak bir iletişim vardı.

Komşular yedikleri kavun-karpuz kabuklarını çöpe atmaz, hayvanı olanlara getirirdi. Mahallede adeta küçük bir ekonomi çarkı dönerdi. Bazı evlerde halı dokunurdu. Yalvaç’ın meşhur halıcısı Halıcı Hayati, halı dokumak isteyen evlere kendi tezgâhını getirir kurar, malzemelerini de verirdi.

[1] Türk kültüründe “mahalle” kavramı hakkında bkz.,  Ahmet Alkan, “Mahalle”, Türk Aile Ansiklopedisi, T.C. Başbakanlık Aile Araştırma Kurumu Başkanlığı yay., Ankara 1991, C.2, s. 730- 731.

Etiketler: » »
Share

Yorum yapabilmek için Giriş yapın.