logo

YALVAÇLI CEMİLE HANIM

Prof. Dr. Nuri Köstüklü

 1071 Malazgirt Zaferinden çok önceleri Anadolu’da Türk varlığı bilinmekle birlikte, ancak Malazgirt Zaferinden sonra Anadolu’nun kapısı sonuna kadar Türk-İslam iskânına açılmış oldu. Bu iskân sürecinde Büyük Selçuklu sultanları değişik Türk boylarını doğudan batıya doğru Anadolu’ya yönlendirdiler. Bu dönemde 24 oğuz boyundan Eğmürler, Salurlar ve Salur boyuna mensup Yalavaç toplulukları Pisidia Antiochia’sının batısına yerleşerek buraları yurt edindiler. Ancak bölgedeki Bizanslarla olan mücadele 1176 Myrikefalon Zaferine kadar devam etti. Bu zaferden sonra Yalvaç bölgesinde kesin Türk hâkimiyeti sağlanmış oldu. Selçuklu Sultanı II. Kılıç Arslan’ın 1205 yılında Yalvaç bölgesini siyasi hâkimiyetine alması ile bölgede yavaş yavaş Türk-İslam kültürünün inşa süreci başladı. Selçuklulardan sonra Hamidoğulları Beyliğinin önemli merkezlerinden biri haline gelen Yalvaç daha sonra Osmanlı idaresine girmiş ve bu süreçte, eğitim, kültür ve zanaat alanında önemli ilerlemeler göstermiştir. Yalvaç’taki oğuz boyları, Türkistan’dan getirdikleri kültürü, geleneği, adeta bu coğrafyaya nakış nakış işlediler[1]. Coğrafya olarak kapalı bir ekonomiye sahip olmakla birlikte 19.yy. başlarında, idari bakımdan bağlı bulunduğu Hamid sancağının en büyük kazası idi. Mesela Tanzimat ve Meşrutiyet dönemlerindeki Hamid Sancağına düşen vergi ve asker talebi dağılımlarında en fazla yükümlülüğün Yalvaç kazasına ayrıldığını biliyoruz[2]. Ancak 19.yy. sonlarından itibaren, Batıdaki Sanayi inkılabının olumsuz tesirleri veya tarım toplumundan öteye geçememek Anadolu’nun her tarafında olduğu gibi, ekonomik olarak Yalvaç’ı da etkiledi.  Ancak, bunun yanında Yalvaç, Batılı tüccarın yolu güzergâhında bulunmayışı, demografik yapısında Gayr-i Müslimlerin olmayışı vb. sebeplerle, bölgedeki diğer kazalara oranla kültürel erozyon da yaşamadı, sivilizasyondan fazla etkilenmedi. Bir başka ifade ile Yalvaç halkı taa Orta Asya yani Türkistan’dan getirdiği örf, adet, gelenek vb. kültürel özelliklerini uzun süre koruya geldi. İsmail Hami Danişmend’in  “Garp Menbalarına Göre Eski Türk Seciye ve Ahlakı”[3] adlı kıymetli eserinde belirttiği Türk karakteristiğinin yaşandığı örnek beldelerden biri idi Yalvaç.

İşte bu makaleye konu olan Yalvaçlı Cemile Hanım örneğinde,  “biz ne idik?” sorusunun cevabını belki büyük ölçüde bulma şansına sahip olacağız. Veyahut da; Meşrutiyet, Mütareke ve Cumhuriyet dönemini idrak etmiş, güçlü analizleriyle Müslüman-Türk karakterini günümüze yansıtan Samiha Ayverdi’nin “Ne İdik, Ne Olduk”[4] adlı hatıralarındaki çok önemli mesajlarını hatırlama fırsatını yakalayacağız.

Cemile, Osmanlı Devleti’nin iç ve dış çeşitli sıkıntılara gebe olduğu ve bu sıkıntıların topluma yansıdığı dönemlerde 1907 (R.1323) yılında Ayşe Hanım ve Mehmet Sabri Efendi’nin ikinci çocuğu olarak Yalvaç’ta dünyaya geldi. Babası Yalvaç’ın tanınmış hayırsever simalarından Mehmet Sabri, askerliğini “çavuş” olarak yaptığından, herkes ona Sabri Çavuş diye hitap ederdi. Babası ve babasından altı yaş küçük amcası Lokman Efendi, dedesi Ali Efendi’den kalma arazileri ekerek geçimini sağlıyorlardı. Sabri Çavuş’un; Emine, Cemile, Abdülkadir adında üç çocuğu, Lokman Efendi’nin; Ali, Hacer, Şerif Fadime, Habibe, Mehmet ve Abdullah adında altı çocuğu vardı. Bu aile, günümüzde yol olarak açılmış, hastane caddesinin Atatürk Lise’sine bakan caddeyle birleştiği yerde, 3 katlı önünde bahçesi olan büyük bir evde oturuyordu. Cemile’nin çocukluğu, zemin katında hayvanlar için ahırlar ve hububat için ambarlar, üstlerdeki her bir katında ise 3-4 odanın olduğu, tavanları yüksek, ahşap işleme ve oyma sanatının güzel örneklerinin bulunduğu bu evde geçti.  Cemile’nin ailesi iç merdivenle birbirine bağlı olan evin bir katında, amcası ve ailesi ise evin diğer katında olduğu halde genellikle sık sık bir araya gelirler idi. Bu bir araya gelişler şifahi kültürün çocuklara yeni nesle aktarılması bakımından çok önemli idi. Cemile, babasının annesine, annesinin de babasına olan sevgi ve saygısını gözlemleyerek, eşler arasındaki muhabbetin ailenin inşasında ne derece önemli olduğunu küçük yaşından itibaren idrak etmeye başladı. Aile içerisindeki bireylerin birbirine karşı sözleri ve davranışları veya komşularıyla olan ilişkileri, henüz şahsiyeti yeni teşekkül etmeye başlayan Cemile’nin karakterinin oluşmasında oldukça etkili oldu. Amcası ve ailesiyle birlikte yaşanan bu büyük ev, -belki buna küçük bir konak da denebilirdi- çatısı altında bulunan çocuklar için adeta bir okul idi. Gerçekten, okullaşmanın yaygınlaşmadığı Osmanlı döneminde konakların,  bir eğitim kurumu işlevini de gördüğünü söylemek hiç de abartılı bir tespit değildir.

Cemile, işte böyle bir aile kurumu ve çevre içinde;  “helal-haram”, “sevap-günah”, “güzel-çirkin”, “iyi-kötü” kavramlarını yeni yeni algılarken, “seferberlik” kavramını da duymaya başladı. Aslında bir Balkan Devleti olan Osmanlı’nın Balkanlardan sürülüşünün hikâyesi olacak Balkan Savaşları başladığında Cemile henüz 7 yaşında idi. Daha düne kadar, Osmanlı’nın âdil ve hoşgörülü idaresi altında kimliklerini muhafaza ederek refah ve huzur içinde yaşayagelmiş Yunan, Bulgar, Sırp, Karadağlı vd. unsurların, emperyalistlerin tahriki ile bir araya gelip Osmanlı’ya karşı saldırıya geçmeleri, olayların farkına varabilen Anadolu Türkünü de şüphesiz üzüntüye sevk etmekle birlikte tedirgin de ediyordu.

Balkan Savaşı başladığında 44 yaşında olan Sabri Çavuş, aile içerisindeki sohbetlerinde Balkan Savaşından bahsettikçe küçük Cemile’nin milli hassasiyetleri oluşmaya başladı. Balkan Savaşı sonrasında patlak veren Birinci Dünya Savaşı ve savaş sonrasında imzalanan Mondros Mütarekesi, aslında 1071’den itibaren neredeyse sekiz buçuk asırdır Türk-İslam kültürü ile yoğrulmuş Anadolu vatan coğrafyasından Türk’ün tamamen silinmesi anlamını taşıyor idi. İşte böyle bir ortamda Türk milletinin Anadolu’da yeniden dirilişinin destanı olacak Milli Mücadele başladığında, Cemile her şeyi fark edebilen bir yaşa 12 yaşına gelmiş bulunuyordu. Aile içi sohbetlerde Mustafa Kemal Paşa’nın adını da duymaya başlamıştı. Hatta öyle ki, 2 Nisan 1921 günü Yunanların Çay ve Bolvadin’i işgal etmeleri ve Türk kuvvetlerinin şanlı mücadelesi ile bir gün sonra işgalci Yunanların Çay ve Bolvadin’den çekilmeleri sürecindeki[5] top seslerini Sultan Dağlarının hemen arkasında bulunan Yalvaç’ta herkes gibi Cemile de kulaklarıyla işitiyordu. Ama 14 yaşında bir kız çocuğu olarak; İstanbul’un fethi hadisesinde yüce Yaradan’ın, Peygamberimiz vasıtası ile “İstanbul mutlaka fethedilecektir. Onu fetheden komutan ne güzel komutan, o ordu ne güzel ordudur.” sözleriyle kutsadığı bir ordunun ve milletin muzafferiyeti için dua etmekten başka elinden bir şey gelmiyordu. (Devamı var)

[1] Nuri Köstüklü, Yalvaç Tarihi Üzerine Araştırmalar (Tanzimat’tan Cumhuriyet’e), Yalvaç belediyesi Kültür yay., Ankara 2010, s. 12-13.

[2] Nuri Köstüklü, 1820- 1836 Yıllarında Hamid Sancağı ve Türkiye, Selçuk Üniversitesi yay., Konya 1993, s.17, 33-43

[3] İsmail Hami Danişmend, Garb Menbalarına Göre Eski Türk Seciye ve Ahlakı, Yeni Matbaa, İstanbul 1961.

[4] Samiha Ayverdi, Ne İdik Ne Olduk, Kubbealtı Neşriyat, İstanbul 2011.

[5] Nuri Köstüklü, Milli Mücadele’de Denizli Isparta ve Burdur Sancakları, Atatürk Araştırma Merkezi yay., Ankara 1999, s.231-232.

Etiketler: »
Share

Yorum yapabilmek için Giriş yapın.