logo

YALVAÇLI CEMİLE HANIM – II

Prof.Dr. Nuri KÖSTÜKLÜ

YAZI DİZİSİNİN İLK BÖLÜMÜNÜ OKUMAK İÇİN TIKLAYINIZ…

(Geçen sayıdan devam)

Hatta öyle ki, 2 Nisan 1921 günü Yunanların Çay ve Bolvadin’i işgal etmeleri ve Türk kuvvetlerinin şanlı mücadelesi ile bir gün sonra işgalci Yunanların Çay ve Bolvadin’den çekilmeleri sürecindeki[1] top seslerini Sultan Dağlarının hemen arkasında bulunan Yalvaç’ta herkes gibi Cemile de kulaklarıyla işitiyordu. Ama 14 yaşında bir kız çocuğu olarak; İstanbul’un fethi hadisesinde yüce Yaradan’ın, Peygamberimiz vasıtası ile “İstanbul mutlaka fethedilecektir. Onu fetheden komutan ne güzel komutan, o ordu ne güzel ordudur.” Sözleriyle kutsadığı bir ordunun ve milletin muzafferiyeti için dua etmekten başka elinden bir şey gelmiyordu.

Balkan Savaşlarından Milli Mücadeleye kesintisiz süren bu on yıllık savaş sürecinde Cemile zaten okula da gidememişti. Okur-yazarlığı da yoktu, ama kimliğinin yoğrulmasında büyük emeği olan Sabri Çavuş ve Ayşe Hanım gibi irfan sahibi bir ailesi vardı. Bunun yanında amcası ve ailesiyle birlikte adeta okul denebilecek bir çatı altında yaşamaları ve diğer akraba ve komşuluk ilişkileri ona çok şey kazandırmış olmalı ki, genç kızlığa adım attığında, içinde bulunduğu toplumun değerlerine vâkıf, olayları analiz edebilen bir birey olarak fark edilmeye başlandı.

Bu on yıllık savaş süreci, Atatürk’ün Nutuk’ta da belirttiği üzere milleti; “yorgun, bitkin, fakir” bir hale düşürmüş idi. Şüphesiz Sabri Çavuş ailesi de bundan nasibini aldı.  Ama Sabri Çavuş, yaşanan sıkıntıları ailesine ve özellikle çocuklarına hissettirmemeye çalışıyordu.

Zaman ilerledikçe kızlar da evlenme yaşına geliyordu. Cemile’nin ablası Emine amcasının oğlu Ali ile evlendirildi. Gittikçe serpilip güzelleşen Cemile’nin de talipleri gelmeye başladı. Bir baba için kız evladını verebilmek zor olsa da, yuva kurmak tabii ki herkesin hakkı idi. Aydın bir kişiliğe sahip olan Sabri Çavuş, gelen talipleri hakkında Cemile’nin görüşünü almayı asla ihmal etmiyordu. Bu süreçte Ümmüoğlu Nuri Efendi, Cemile’ye talip oldu. Cemile’nin de talibine gönlü olmalı ki, babası sorduğunda “baba sen bilirsin” deyiverdi.

Komşu mahallede, Kaşcami mahallesinde ikamet eden Ümmüoğulları, sevilen sayılan kültürlü bir aile olarak tanınırdı. Birkaç asır önce Yalvaç merkeze gelip yerleşen bu ailenin ataları, Yalvaç bölgesi Türk iskânına açıldığında Oğuz boylarının Bizans ile mücadelesi sonucunda düşmanı yere kösüp oraya yerleşmiş ve bundan dolayı adına “Köstük” dedikleri köyden geldiği için, soy isim kanunu ile “Köstüklü” soy ismini almışlardı. Nuri’nin ağabeyi, Ümmüzade Hasan Hoca lakabıyla tanınan Hasan Hüseyin Köstüklü, ilim irfan sahibi, talebelerine kuran ve ilmihal dersleri veren mahallede sözü dinlenen mahallenin “aksakallılarından” biriydi. 1940’lı yıllarda meccanen Kaş Caminin (Meydanoğlu Camiinin) imametini yapmış, 1950’de kadro verilerek 1965’te vefatına kadar bu camideki görevini sürdürmüştü[2].

Her iki kardeş iki gözlü bir evde kalıyordu. Cemile de böyle bir eve gelin geldi. Evin bir odasında eltisi Zele (Zeliha), diğer odada kendisi kalıyordu. Alt katında ahır ve ambarın bulunduğu, üst katında her birinin içinde “döner” veya “gusülhane” denilen banyo mekânının olduğu iki odalı kerpiç bir bina. Odalar “hanay” denilen tabanı ahşap bir mekâna açılıyor hanayın bir köşesinde yemek pişirilen bölüm, ilerisinde toprak dam ve onun da ilerisinde tuvalet bulunuyordu. Yalvaç’ın karakteristik mimari tipini hatırlatan bu evlerin yönü güneye bakar, kuzey tarafları ise her bir odanın aydınlatması için açılmış küçük bir pencere dışında kapalı olur idi.  Odalar, fonksiyonel idi. Gün içinde oturma odası vazifesi gören bu mekân, yemek zamanı geldiğinde yere açılan sofra ile yemek odası olur, gece yatma zamanı geldiğinde “yüklük” denen oda içindeki yerden yataklar yere serilerek “yatak odası”na dönüşürdü. Aslında bu işlevsellik, pratik zekânın bir sonucu olmakla birlikte, bir bakıma fakirliğin getirdiği mecburiyetin de bir sonucu idi. Çünkü Anadolu Türkü,  genellikle tarım ve hayvancılık ile uğraşır ve askerlik yapardı. Ticaret, sanat ve bazı zanaat alanlarında daha ziyade Gayr-i müslimler etkin idi. Bu yüzden, özellikle sanayi inkılabından sonra yani 19.yy.başlarından itibaren Osmanlı ülkesindeki azınlıklar ile Müslüman-Türklerin arasındaki ekonomik durum, gittikçe Türkler aleyhine gelişti. Mesela, 1900’lü yılların başlarındaki verilere göre Batı Anadolu’daki azınlıkların sosyo-ekonomik durumları Türklere göre ortalama bir ifade ile otuz kat daha iyi durumda idi[3]. İstisnaları olmakla birlikte bu genel tablo, Anadolu’nun hemen her tarafına yansımış bulunuyordu. Demografik yapısında yerleşik azınlığın bulunmadığı Yalvaç, tipik bir Osmanlı-Türk kazası idi. Ahilik teşkilatının zanaat kolları bulunmakla birlikte halkın büyük bölümü tarım ve hayvancılık ile geçiniyordu.

Ümmüoğlu Nuri Efendi de geçimini babadan kalma küçük bağ-bahçeden ürettikleri ile sağlamaya çalışıyor, kıt kanaat geçiniyorlardı. Baba evinde iken yokluk nedir bilmeyen meşhur Sabri Çavuş’un kızı Cemile Hanım, gelin geldiği evi ve şartları hiç yadırgamadı; yeri geldi bağa bahçeye çalışmaya, mahalle fırınında ekmek yapmakta yakacak olarak kullanılan sonbaharda ağaçlardan düşen kurumuş yaprakları yani Yalvaç deyimiyle gazeli süpürmeye, hatta kışın ocakta yakmak için odun toplamaya gitti. Topladıklarını sırtında taşıyarak evine getirdi. Onu çok seven sevgili eşi Nuri, eşinin bu derece çalışmasına veya çalışmak durumunda kalmasına gönlü razı olmasa da,  Cemile’nin, “ev”i  “yuva” yapmaktaki gayreti ve hiç şikâyetçi olmaması her seferinde galip geliyordu. Aslında bu tablo, Türk kadınının ta Türkistan’dan Anadolu’ya taşıdığı karakteristik özelliklerinden biri idi. O’na göre, evlilik Batı kültüründe tanımını bulan iki kişi arasında yapılan yalnızca bir sözleşmeden ibaret değildi; acısıyla tatlısıyla “bir yastıkta kocanacak” bir müessese idi. O yüzden Yalvaç’taki her annenin kızının çeyizine koyduğu gibi, Cemile’nin annesi de kızının çeyizine iki kişilik uzun tek bir yastık koymayı ihmal etmemişti.

Ekonomik şartlar pek iyi olmasa da sevgi ve saygı kavramının yoğurduğu yuvada Nuri Efendi ile Cemile Hanım mutlu idiler. Hele Nuri Efendi baba olacağını öğrenince keyfine diyecek yoktu; adeta mutluluktan uçuyordu. Çünkü ona göre, çocuk evin neşesi, bereketi idi. Ancak mutluluk uzun sürmedi, bebek dünyaya gelmeden ölmüştü. Daha sonraki çocuklar da ya 2-3 yaşına gelmeden ya da doğmadan vefat ediyorlardı. Cemile hanım Rabbine “Allah’ım bana muradımı ver” diye çok yalvardı, gece gündüz dua etti. Cemile, 1941 yılında Murat’ına kavuştu. Murat, ailenin dokuzuncu çocuğu idi, ama öncekiler yaşamamıştı. Aslında bu durum, yani çocuk ölümleri beslenme yetersizliği veya kişilere bağlı bazı tıbbi sebeplerle kısmen alakalı olabileceği gibi, esasında o yıllarda yaygın olan bulaşıcı hastalıklarla doğrudan ilişkili idi. Çünkü Birinci Dünya Savaşı ve Milli Mücadele yıllarında Hamid Sancağı ve ülkenin diğer yerlerinde tifo, tifüs, kolera, sıtma hastalığı yöre insanını kırıp geçiriyordu. O yıllara ait Yalvaç Vefayata Mahsus Vukuat Defterlerinde ölüm sebepleri arasında kolera ve sıtma kaydı çoktur[4]. Savaş sonrasında da uzun süre bu bulaşıcı hastalıklar maalesef devam etti. Bu yüzden genç Cumhuriyet’in en önemli ilgi alanlarından biri bulaşıcı hastalıklarla mücadele etmek oldu. Bu amaçla, 27 Mayıs 1928’de Hıfzıssıhsa  Müessesesi kuruldu. Adı daha sonra Refik Saydam Hıfzıssıhha Enstitüsüne dönüştürülen bu kurum, uzun yıllar Cumhuriyet Türkiyesi’nin sağlık alanına önemli katkılar sağladı. Küçümsenmeyecek mesafeler alınmakla birlikte bulaşıcı hastalıklar tamamen önlenemedi. Sıtma ile savaş kanunları çıkarıldı, bu alanda hizmet verecek dispanserler kuruldu. Eski Yalvaç Devlet Hastanesi bahçesinde bu amaçla açılan ve şimdi maalesef yıkılmış olan bir dispanser uzun yıllar bölge insanına hizmet verdi.

Hastalıklar ve özellikle Osmanlı’nın son yüzyılındaki savaşlar Anadolu’daki Türk nüfusunu günden güne eritiyordu. Öyle ki,10 yıllık savaşın sonunda Anadolu’da biyolojik olarak bile var olup-olamama çizgisine gelinmiş bulunuluyordu. İşte bu yüzden İstiklal Savaşı’nın Cumhuriyet ile taçlanmasından sonra  “Onuncu Yıl Marşı”nda; “10 Yılda 15 milyon genç yarattık her yaştan” diye gümbür gümbür övünülmesinin arkasında yatan gerçek bu idi.   Cemile ve ailesi de şüphesiz, nesillerinin devamı hususundaki hassasiyetten hiçbir zaman uzak kalmadılar.

Cemile Hanım ve Nuri Efendi, Murat’ına gözü gibi bakıyorlardı. Allah, Murat’ın nasibi için bu mutlu aileye yeni bir kapı açtı. Nuri Efendi Yalvaç Belediyesine kadrolu olarak girdi. O dönemde devlet kapısına girmek büyük bir şans idi. Murat, Yalvaç’ın köklü eğitim kurumlarından olan Gazipaşa İlkokulunu başarı ile bitirdikten sonra terzi çıraklığına verildi. O yıllarda, terzilik, keçecilik, yemenicilik, bakırcılık, semercilik, demircilik, debbağlık Yalvaç’ta tutulan meslek dallarından idi. Bu ve benzeri meslekler, bir Türk kurumu olan ahilik bünyesindeydi. Bu mesleklerde çalışanlarda da ahilik geleneği sürüyordu. Aradan fazla bir süre geçmeden, küçük birikimleri ile Nuri Efendi hemen karşılarındaki “Çatal’ın evi” olarak bilinen Ali Rıza Bıyıklı’nın toprak damlı evini satın aldılar.

İki yıl sonra da 1958’de Murat’ı, ustasının kardeşi Türkân Hanım’la evlendirdiler. Türkân Hanım’ın ailesinde okur-yazarlar eksik değildi. Annesi Rukiye Hanım ümmi olmakla birlikte feraset sahibi biri idi. Çocuklarına hep çalışmayı üretmeyi ve dürüstlüğü öğretti. Masır’daki bahçesinde yetiştirdiği sebze ve meyveleri Yalvaç’ın pazarı olan Pazartesi günü -şimdi yerinde olmayan- eski hal içinde kurulan pazara getirir, satar ve çocuklarının okumasına destek olurdu. Oğlu Kenan’ı yani Türkân’ın kardeşini Türk Ordusuna hizmet etmek üzere Hava Harp Okulu’na gönderebilmişti. Türkân’ın dayısı Hasan Efendi (Tekin), Masır’ın yetiştirdiği ilk öğretmenlerdendi. 1907 doğumlu ve Cemile Hanımla aynı yaşta olan öğretmen Hasan Efendi, 2008’de 101 yaşında Hakk’a yürüdüğünde geride okumuş aydın evlatlar ile zengin bir kütüphane bırakmıştı. İşte, Cemile’nin gelini Türkân Hanım böyle bir aileden geliyordu.

Oğullarını evlendiren Cemile Hanım ve Nuri Efendi’nin keyfine diyecek yoktu. (DEVAMI VAR)

[1] Nuri Köstüklü, Milli Mücadele’de Denizli Isparta ve Burdur Sancakları, Atatürk Araştırma Merkezi yay., Ankara 1999, s.231-232.

[2]  Nuri Köstüklü, Yalvaç Tarihi Üzerine Araştırmalar (Tanzimat’tan Cumhuriyet’e), s.34

[3]  Nuri Köstüklü, Milli Mücadele’de Denizli Isparta ve Burdur Sancakları, s.162-167

[4] Nuri Köstüklü, “Birinci Dünya Savaşı Sosyal Tarihinin Yeterince Bilinmeyen Önemli Bir Kaynağı: Vefayata Mahsus Vukuat Defterleri”, Türk İslam Medeniyeti Akademik Araştırmalar Dergisi, yaz:2017, sayı:24;  Nuri Köstüklü, Yakın Dönem Osmanlı Tarihi Araştırmaları, Çizgi Kitabevi yay., Konya 2021, s.186.

Etiketler: » »
Share

Yorum yapabilmek için Giriş yapın.