logo

Prof.Dr. Özhanlı Yazdı: Tarihçilerin Yazmadığı Acılar (I)

Prof. Dr. Mehmet ÖZHANLI

 

(Bu hikâye, Büyük İskender’in Komutanlarından

Selevkos’un kurduğu krallığın, MÖ 285 yılı dolaylarında,

Yalvaç İlçesinde bulunan, Antiokheia ve çevresini işgal

ettiği dönemde yaşanmış olaylardan esinlenmiştir.

Hikâye iki bölüm halinde yayınlanacaktır.)

O kış, karın ve yağmurun zamanında ve orantılı yağmış olması ve de nisan ayında yağan bereketli yağmurlarla ağaçlar bol meyve, tarlalar bol ürün vermişti. Erkenden yaylaya çıkan hayvancıların hayvanları, neredeyse hepsi ikiz doğurmuş, sürüleri iki katına çıkmıştı. O yıl büyük bir bolluk olmuş; köyün en fakirleri, dilencileri bile çok rahat etmiş, iki yıl yetecek malzemelere sahip olmuşlardı. Bu duruma en çok biz çocuklar sevinmiştik. Her istediğimiz alınıyor, istediğimiz her şeyi bir kısıtlama olmadan yiyebiliyorduk. Bundan önceki yıllar da çok kötü geçmemişti.

Biz çocuklar pek farkında olmasak da büyüklerin kendi aralarında yaptıkları konuşmalardan duyduğumuz ve tam bir anlam veremediğimiz, bazı olumsuzluklar vardı. Genellikle hasat zamanı, temmuz ayında köye gelen yabancılara verilen, çuval çuval buğdaylar ve hayvanlar hakkında konuşulurdu. Bu konuşmaları, öyle ulu orta yapmazlardı. Herkes en güvendiği insanlarla, fısıltılı bir ses tonuyla etrafını kollayarak yapardı. Gelen bu yabancılara, neden bu kadar çok şeyin verildiğini biz çocuklar anlamaz ve bu konuyu pekte önemsemezdik. Her yıl rutine dönüşmüş olan bu iş, bizim için olağanlaşmıştı. Daha öncesinin nasıl olduğunu, dedelerimizin anlattığı hikayelerden biliyorduk. Bu hikâyeleri de dedelerimiz dedelerinden öğrenmiş ve onlarda dedelerinden dinlemişlerdi.

Kuşaktan kuşağa aktarılan bu hikayeler, zamanla yapılan eklemeler ve eksiltmelerle değişime uğratılmış ve gerçeklikten koparılarak, bazen tatlı bazen de hüzünlü bir hal almışlardı. Dedem, hemen hemen her gün çok şanslı olduğumuzu söyler; derin bir iç geçirerek kendi babasının ve dedesinin çektiği yokluk ve acıları, feri azalmış gözlerini ufka dikerek buğulu bir ses tonuyla anlatırdı. Dedemin anlattıkları, bize masal gibi gelirdi. Yaşanan acılar, hayali bir masalın hayali acılarıydı bizim için. Bir gün annem ekmek pişirirken, ona yardım eden komşu kadınla aralarında geçen sohbette söylediği bir isim dikkatimi çekmişti. “Bizim bey söyledi” dedi annem “Alexander (İskender) ölmüş”, artık ona vergi vermek zorunda kalmayacağız. Bizim buralarda duymadığımız bir isimdi, “Alexander”. Heyecanla, “Alexander kim?” diye sordum anneme; annemde hafif azarlar bir tonda, “sen git, arkadaşlarınla oyna! sen anlamazsın” dedi. Sonraki yıllarda, temmuz ayında gelen yabancılar yine geldiler ve daha çok buğday ve başka şeyler istediler. İstenilen şeyleri vermek istemeyenlerin bazıları, belli bir süre sonra ortadan kaybolmaya başladı. Köyde efsanelerle karışık puslu bir ortam oluşmuştu. Her ne kadar bu durumu biz çocuklardan gizlemeye çalışsalar da insanların tedirginlikleri yüzlerinden okunuyordu.

Sıcak bir mayıs gününde, bütün yaşlılar köyün meydanına toplanmış, tapınağın gölgesinde sohbet ediyorlardı. Biz çocuklar da kendi aramızda farklı oyunlar oynuyorduk. Köyün doğu girişinden gelen nal sesleri, herkesin dikkatini çekmiş ve yaşlıların bazıları ayağa kalkmışlardı. Dört nala gelen süvari, terlemiş, nefes nefese kalmış, kır atını tapınağın önünde durdurdu ve çevik bir hareketle yere atladı ve “geliyorlar” dedi. Köyün ileri gelen yaşlısı “kim geliyor? sakin ol, dur bir soluklan!” demesine karşın, süvari telaş içerisinde, “çok kalabalıklar ve ordunun içerisinde devasa atları var, çok kalabalıklar” deyip, panikle bütün gördüklerini anlatmaya koyuldu. Biz de oyunu bırakıp süvarinin atının etrafına toplanmıştık.

Yaşlılardan biri, “evlerinize gidin!” diyerek bağırdı ve bizi oradan kovdu. Ne olduğunu merak içerisinde kalarak, eve gittim ve anneme olanları heyecanla anlatınca; annem telaşla evden çıktı ve meydana doğru yürümeye başladı. Annem geri geldiğinde benzi atmış gözleri kanlanmıştı. Telaşla, ne yaptığının tam bilincinde olmadan, ağzında bir şeyler geveleyerek evi toparlamaya başladı. Dışarı çıktığımda, köyün erkeklerinin doğu kapısından çıkarak, Mygdonia’ya giden yolda acelece gittiklerini gördüm. Benim gibi merak eden arkadaşlarımın da köşe başlarında yaşananları gizlice izlediklerini fark edince onların yanına gittim. Daha biz yaşanan durumu kendi aramızda konuşmaya başlamıştık ki erkekler, guruplar halinde köye geri döndüler ve evlerinin etrafında bulunan eşyaları toplamaya başladılar. İsmi duyulan arkadaşlar, evlerine gitti ve bende eve geldim. Babamla annem hiç konuşmadan bir odadan diğerine girip çıkıyorlardı. O gece, köyün bütün yaşlıları bizim evde, dedemin yanında toplandılar.

Ortaya çıkan bu duruma karşı nasıl davranmak gerektiğini, kendi aralarında sabahın erken ışıklarına kadar tartışıp durdular. Dedem: “biz çiftçi ve çobanız” dedi, böyle büyük bir ordu karşısında hiç şansları olmadığını, babasının kendisine anlattığı bir hikâye ile uzun uzun anlattı. Ertesi gün, köyün meydanında bir araya gelen biz çocuklar, evde duyduklarımızı bir birimizin konuşmasını keserek anlatmaya çalıştık. Çocuklardan bir tanesi, babasının dün gelen haberciyle konuştuğunu ve habercinin gelenlerden yayalar dışındakilerin bazılarının normal atlara, develere ve bazılarının da burnuna bir boru takılı çok büyük atlara bindiklerini söylediğini anlattı. Bu atları ve deve dedikleri hayvanı çok merak ettik.

Köyde, yaklaşan ordudan çok, kurşun renginde olan bu atlar ve sırtı tepe gibi olan develer konuşuluyordu. Bu atların insan yediği ve bunlara alışkın olmayan diğer atların, bunlardan korkup kaçtıkları ya da korkudan öldükleri çocuklar ve kadınlar arasında söylenip durdu. Köyü umutsuz bir siyah bulut kaplamıştı. O gün ve sonraki gün, parlak bir güneş olmasına karşın, insanlar kendi karanlık düşüncelerinden güneşi fark etmediler bile. Dedem ve diğer yaşlılar bir şey yapmadan beklemeye karar vermişlerdi. Köyün erkekleri, evlerindeki değerli şeyleri bahçelerine veya evin bir köşesine, çocuklardan gizli gömüp geliyorlardı. Dedemin babasından kalan silahlarını babam götürürken, dedem gözleri dolu bir biçimde, arka odaya geçip uzun süre dışarı çıkmadı. Köydeki hayvanlar bile köyün üstüne çökmüş bu korku bulutunu his etmiş olmalılar ki, onlarda sessizliğe gömülmüşlerdi. Herkes uykuyu kaybetmiş, çalışmayı bırakmış, olacakları bekler olmuştu.

Köyü dolaşan fısıltılar; Mygdonia kentini ele geçirdikleri ve komşu köylerin teslim oldukları yönündeydi. Sabah güneşi doğmadan, köyün meydanındaki gürültü ve bağrışmalar bütün insanları uyandırmış, çocuk ağlamaları ile köpek havlamaları birbirine karışmıştı. Meydanı gören pencereden dışarı baktığımda, burnunda boru olan dev cüsseli atın üzerinde gümüş zırh giyinmiş birisini, sinirli bir biçimde sert el kol hareketleriyle sağa sola emirler verirken gördüm. Dam kadar yüksek olan bu atın üzerindeki süvari, gözüme insan üstü bir varlık gibi göründü. Bu görüntünün içime saldığı korku, kapının sert biçimde çalınmasıyla iki katına çıktı. Babam kapıyı açtığında, onlarca asker evin içerisine daldı ve hepimizi bir araya topladılar. Askerin biri, arka oda da bulunan dedemi sürükleyerek bulunduğumuz yere getirdi ve yere sert şekilde bıraktı. Başlığı düşen dedem, düştüğü yerden doğrulmaya çalıştıysa da ne kolları tutu ve ne de dizleri. Yardım etmek için ona doğru eğilen annemin sırtına, askerlerden biri elindeki mızrağın sapıyla sertçe vurdu ve annemde dizlerinin üzerine çöktü. Başlarındaki çavuş ve bazı askerler, babamı tutup kapıdan dışarı sürükleyerek götürürken; diğerleri mızrakların sivri ucu bize dönük, anlamadığımız bir dilden bağırıp duruyorlardı. İçimdeki korku düğümlenmiş, beynime bir bent çekmiş ve göz pınarlarımdan akacak yaşı kurutmuştu. Boğazımı sıkan korku ve öfke eli, nefes almamı zorlaştırmış, dışarı pörtleyen gözlerimin önüne kara bir perde indirmişti. En küçük fısıltıları bile duyan kulaklarım, kurşun dökülmüş gibi sağır olmuştu. Zihnim, yazısı silinmiş tahta kadar kararmıştı.

Ne kadar zaman geçtiğini bilmediğim bu anda, askerler köyün meydanını işaret ederek, dürttükleri sivri mızraklarla yürümeye zorladılar. Saçı başı dağılmış dedemin koluna giren annem, zor yürüyordu. Köyün meydanına geldiğimizde, köylülerin tamamının oraya getirildiğini ve gücü kuvveti yerinde babaların ve genç erkeklerin; kadın, çocuk ve yaşlılardan ayrı bir yerde tutulduklarını fark ettim. Borulu atın üzerinde oturan komutan, sonradan öğrendiğim Yunanca ile bir şeyler söylüyor ve yanındaki mavi gözlü asker bize tercüme ediyordu. “Bundan sonra İskender’in en önemli komutanlarından, Kral Selevkos’un devletine tabii ve hepimizin kralın malı olduğumuzu uzun uzadıya” anlattı. “Karşı çıkmadığımız taktirde kimseye bir şey yapmayacaklarını ve kral için çalışmamıza müsaade edeceklerinin” altını çizdi. “Kralın emrine karşı çıkanların ise, hayal edemeyeceğimiz cezalarla cezalandırılacağını”, hiddetle ve yüksek bir sesle iki defa tekrar etti. Bu arada askerler evleri yağmalıyor, değerli gördükleri şeylerle bütün yiyecekleri katırlara yüklüyorlardı. Ahırlardaki hayvanlar çıkarılıp bir sürüye dönüştürülerek götürüldü.

Yağma işi bittikten sonra, kadınlar arasından güzel ve genç olanları çekiştirerek küme olmuş, korkudan kenetlenmiş kalabalık içerisinden çekip almaya çalıştılar. Götürülmek istenen kızların ve annelerinin çığlıkları, dövünüp ağlamaları, çocukların ödünü koparmış; onlarda boğazlarını yırtan çığlıklar atıyorlardı. Kadınlara yapılan müdahale erkekleri de hareketlendirmiş ve askerler onlara karşı daha acımasız davranmışlardı. Yeni evlenmiş olan Menneas, önündeki askeri ittirerek kadınlara doğru koşmaya başladığında, asker elindeki mızrağı bütün gücüyle fırlattı. Sırtından giren mızrağın ucu, Menneas’ın göğsünden çıktı ve sendeleyip birkaç adım daha atan Menneas, karısını arayan şaşkın gözlerinde donan acı ile yüzü koyu yere çakıldı. Katı kesilmiş gövdesini doğrultmak için ellerini yere dayadı, başını ve üst gövdesini hafif kaldırarak gözleriyle karısına bakarken, ağzından hırıltıyla karışık çıkan seslerde “Tatia” ismi duyuldu ve canı çekilmiş kollarının üzerine yeniden kapaklandı. Seğiren gövdesi birkaç dakika sonra durdu, ağzından ve burnundan kanlar boşaldı. Karısı Tatia: “Menneas!” diye bağırarak, olduğu yere diz çöktü, kocasından yansıyan acı bakışı yüzünden silmek istercesine tırnaklarıyla yüzünü yoldu. Dağılan saçları, kanayan yüzüyle ve kocasına sabitlenen gözleriyle kas katı kesilmişti. Boru burunlu atın üzerindeki komutanın, bütün sesleri bastıran bağırmasıyla askerlerin bize karşı tutumu daha da sertleşti ve bir anda ağlamalar, yerini iç geçiren derin bir sessizliğe bıraktı.

Mızrağın sahibi asker gelip sol ayağıyla Menneas’ın sırtına bastırarak mızrağını çekip çıkardı. Yüreğini parçalayan sivri demir ucun üzerinde, Menneas’ın sevgisi ve acısı pıhtılaşmış kızıl bir kana dönüşmüştü. Erkekleri ve ayırdıkları kızları birbirlerine zincirleyerek götürdüler. Tatia’da götürülenler arasındaydı. Kalan bizler, askerlerin kontrolünde evlerimize dağıtıldık ve Menneas’ın cesedi olduğu yerde bırakıldı. Eve geldiğimizde, annem dedemi yatağının üzerine oturttu ve evin odalarını kontrol etti. Biraz kuru ekmekten başka evde yiyecek bir şey bırakmamışlardı. O geceyi hiçbir şey yemeden ve uyumadan geçirdik. Babamı merak ediyor, ancak çenesi kitlenmiş, dizlerini karnına basmış, öne arkaya sallanıp, sabit bir noktaya bakan anneme bir şey sormaya cesaret edemiyordum. Sanki bir şey sorsam, annemi o an kaybedecekmişim gibi geldi. Ertesi gün kuşluk vakti, boru burunlu atlı komutan köye tekrar geldi ve herkesi meydana topladılar.

Meydan da üzerinde sinekler uçuşan Menneas’ın cesedini göstererek söylediği: “onlara sorun çıkaran herkesin, sonunun bundan daha beter olacağını”, mavi gözlü askere tercüme ettirdi. Ve Menneas’ın cesedi bir atın arkasına bağlanıp, yerden sürüklenerek, köyün dışına doğru götürüldü. O günden sonra, sürüklenen Menneas’ın cesedinden sızan kandan filizlenen acılar, zehirli bir sarmaşık gibi bütün köylüyü sardı. (devamı var)

 

Share

Yorum yapabilmek için Giriş yapın.