logo

Bereketin Felaketi (2)


Prof.Dr. Mehmet ÖZHANLI
mehmetozhanli@sdu.edu.tr

Bu hikâye, 1924 yılında Pisidia Antiokheiası’nda yapılan kazılarda açığa çıkarılmış olan yukarıdaki yazıttan esinlenerek yazılmıştır.

 

(Dünden devam)

 

Antiokheia’nın, Romalılar tarafından kolonileştirildiği dönemde, gelen bir askerin torunu olan yaşlı, dedesinden dinlediği bir hikâyeden yola çıkarak, karın içerisine gömülecek cesetlerin bozulmayacağını ve karlar eridikten sonra dini törenle defnedebileceklerini söyledi. Bunun üzerine yöneticiler, ölen insanları kara gömmenin en uygun yeri olarak, kentin forumunu ve diğer meydanlarını belirlediler.

Ölümlerin artmasıyla birlikte karın buz kestiği kentte, sıcak fısıltılar dolaşmaya başlamıştı. Yaşanan felaketin, toplum içerisinde bulunan dinsizler ve ahlaksızlar yüzünden, Tanrının bir cezalandırması olduğu ve bunlar kentte kalmaya devam ettikçe de yaşananların artacağı kulaktan kulağa söyleniyordu. Bu söylentileri çıkaran din adamları, çıkar gruplarını organize ederek, kentin tavernalarının bulunduğu Tuscus ve Museviler’in yaşadığı mahallere saldırıyor ve orada yaşayan insanları dövüyor ve de mallarını yağmalıyorlardı. Artık kente tamamiyle güvensizlik hâkim olmuştu. Hırsızlıklar, gasp etmeler artarak devam ediyordu. İnsanlar birbirlerine tahammülsüzleşmişlerdi. Bir anda ortaya, dinin arkasına saklanıp Tanrının adını kullanan kurnazlar ortaya çıktı. Ağzı iyi laf yapan bu demagoglar, vadettikleri şeylerle çaresizliğe düşmüş insanları, kendi çıkarları doğrultusunda sömürerek felaketten kurtulmanın yolunu bulmuşlardı.

Şubat ayının ilk gününde, parlayan güneşin saçtığı sıcak umut, ayın beşinde başlayan karla beyaz soğuğa döndü. Ayın onuna kadar aralıklarla yağan kar, insanlardaki son umudu da buza kesti. Umutsuzluğa düşmüş ve yokluktan çaresiz kalmış insanlar, gökten gelen bu felaketten ancak, göktekinin kurtarabileceğini düşünüyorlardı. Hayatta kalan çok az yaşlı, bunları cemrelerin düşmesiyle her şeyin normale döneceği konusunda cesaretlendirmeye çalışıyorlardı. Ancak, ölümler o kadar çok artmıştı ki kent, ağıt evine dönüşmüştü. Herkes kendisini ve çocuklarını kurtarmanın derdine düşmüş, kimse kimseyle ilgilenmiyordu. Anne babası ölen çocuklar, ağlamaktan bitkin düşüp buzhaneye dönmüş evlerin içerisinde bir daha uyanamayacakları bir uykuya dalıyorlardı. Kentin zenginleri, diğerleriyle bağını koparmış, mallarını korumaları için çok sayıda silahlı adam tutmuşlardı. Bu zenginlerin çoğu, Roma’nın Anadolu dışından getirdiği askerlerin torunlarıydı. Roma İmparatoru Augustus, MÖ 25 yılında Antiokheia’ya, 12 bin askerden oluşan iki Roma Lejyonu ’nu yerleştirmiş ve kentin yerli halkının arazilerine el koyarak, bu askerlere dağıtmıştı. Galatya eyaletine bağladığı kenti, Pisidia Bölgesi ve çevresine düzenlediği seferlerde askeri üs olarak kullanmıştı. Kentte ve bölgede yaşayan halkların, Roma yönetimini tamamıyla benimsemesiyle askerlerin büyük bir kısmı kentten ayrılmış olmasına karşın, arazilerin neredeyse tamamı kentte kalan diğer Romalıların ve onların yerel yandaşlarının elinde bulunmaktaydı. Bunlar, yaşanan felaketi, karaborsacılık ve tefecilikle zenginliklerini daha da artırmak için bir fırsata dönüştürdüler.

Ölenlerin çoğunluğunu, kentin ve ona bağlı köylerin asıl sahipleri oluşturuyordu. Kendi yurtlarında fakirleştirilip, sığınmacı durumuna düşürülmüş bu insanlar, atalarının topraklarında soğuktan, bitten ve hastalıklardan dolayı perişanlık ve fakirlik içerisinde ölüp gitmişlerdi. Kalanlar ise sahip oldukları çok az şeyi de zenginlere kaptırmış yürüyen cesetlere dönmüşlerdi.

Şubatın yirmisinde ilk cemre havaya düştüğünde, kar kalınlığı hala iki metrenin üzerindeydi. Şubat ayının son gününde başlayan ve mart ayının ikisine kadar devam eden yağmur, yeni bir felaketin fitilini ateşlemişti. Eriyen karlarla ortaya çıkan sel, yıllardır kurumuş ve hiç su akmayan, tarla, bahçe ve hatta yerleşim yeri olarak kullanılın derelerde bulunan her şeyi önüne katarak, Hoyran Gölü’nün derinliklerine gömmüştü. Dere kenarlarında bulunan köylerde hayatta kalmayı başarmış olanların son umudu da bu selle akıp gitmişti.

Kentin içerisinde ise kara gömülmüş cesetlerin tamamı ortaya çıkmış ve çürümeye yüz tutmuştu. Cahil bırakılmış fakir halkı sömüren kurnazlar ve zenginler, kendi akrabalarını düzenledikleri cenaze törenleriyle; kimsesi kalmamış fakirlerin cesetlerini ise hiçbir dini tören yapmadan, açılan çukurlara toplu olarak gömdüler.

Martın beşinde son cemre toprağa düştüğünde, havaların ısınmasıyla ve karların erimesiyle gün ışığına çıkmaya başlayan otlar, çiğdemler insanların umutlarını yeniden yeşertmişti. Sonraki günler bazen yağışlı bazen güneşli geçmesine rağmen kalan insanlar için, yokluk ve perişanlık bitmedi. Neredeyse hiç hayvan kalmamıştı. Yiyecek tamamen tükenmiş, salgın hastalıklar insanları öldürmeye devam ediyordu.

Nisan, mayıs aylarında da değişen bir şey olmadı. Yokluk perişanlık iyice artmıştı. Elde avuçta yiyecek hiç bir şey kalmamıştı. Tohum ekilemediği için stokçuluk artmış; tefecilik ve karaborsacılık alıp yürümüştü. Haziran ayının ilk günü, kentin merkezine toplanmış olan insanlar, yöneticiye eyalet valisinden yardım istemesi için yalvarıp duruyorlardı. Kentin en zengin ailesinden gelen yönetici, insanları yatıştırmak için valiye durumu anlatan ve yardım isteyen bir mektup kaleme aldı. Bütün bir kış boyunca kent ve çevresiyle hiç ilgilenmemiş olan eyalet valisinin yanına gidip, yaşanan felaketi ve karaborsacılığı anlatan mektubu ona vermeleri için iki genç görevlendirildi. Gençler zorlu bir yoluculuktan sonra valinin huzuruna çıkıp mektubu ona verip olan biteni de anlattılar. Vali, yaşanan durumu yerinde tespit etmeleri için üç müfettişi görevlendirdi ve yaşananlar hakkında geniş bir rapor istedi. Müfettişlerin raporları doğrultusunda bir kararname çıkardı. İmparator Tiberius tarafından yaptırılmış olan kentin ana forumuna, aldığı kararların yazılı olduğu bir anıt yapmalarını ve anıtın üzerine kendi heykelini dikmelerini emretti. Dönemin Roma İmparatoru Domitianus’un (MS 93) ismini zikrettikten sonra Askeri Vali L. Antistius Rusticus buyurur ki, diye başlayan yazıtta özetle şunlar yazmaktaydı: Sert geçen kıştan sonra tahıl fiyatlarının ateş pahası olduğu ve stokçuluk yüzünden birçok yurttaşın aç kaldığını belirtip, bir ay içerisinde bütün yurttaşların sahip oldukları tahıl miktarını yetkililere bildirmelerinin altını çiziyor. Bildirmeyenleri ihbar eden yurttaşlara ödül olarak, sekiz ölçek tahıl vermeyi taahhüt ediyor. Uzun sert geçen kıştan önce sekiz ve dokuz assis olan tahıl fiyatlarının bundan sonra ölçeğinin bir denariostan yüksek olmasını yasaklıyor. Bütün bu işlerin 1 Ağustos’a kadar tamamlanmasını ve emri yerine getirmeyenlerin sert bir biçimde cezalandıracağını ifade ediyor.

Kentin forumuna dikilen bu anıttan sonra, komşu bölgelerden yapılan yardımlar, zengin tüccarların ambarlarını doldurdu, gariban halk karnını zar zor doyurdu. Değişen pek bir şey olmadı. Antiokheia ve köyleri, Nekropole (mezarlığa) dönüşmüştü. Ölenlerin ev ve tarlalarına hayatta kalan zenginler ve yöneticiler el koymuş; anasız babasız kalan çocuklar köle durumuna düşürülmüşlerdi. Bu kararnameden sonra muhbircilikle geçinen yeni uyanıklar da ortaya çıktı.

Ekim ayında yağmurla başlayan bereket, köylerde ve kentte birçok insanın ve hayvanın ölmesine sebep olan bir felakete dönüşmüştü. Hayatta kalan birkaç yaşlı, ölü toprağı serpilmiş kentin, tiyatro caddesinde ayaklarını yerde sürüyerek, küçük adımlarla agoraya geldiler ve ölen diğer akranlarıyla daha önce sohbet ettikleri stoanın sütunlarına yaslanarak oturdular. Herkes oturmak için, her zaman oturduğu sütunun dibini tercih etmişti. Kalabalık zamanlarda oturduklarında birbirlerine yakınmış gibi görünen bu yerler, bu sefer çok uzak göründü gözlerine. Kederlenen yüreklerinde kabaran acının, gözyaşı olarak döküldüğü, kanlanmış gözlerle baktılar birbirlerine. Acıyı dağıtmak için titreyen eliyle, baston olarak kullandığı uzun değneğini ovaya doğru uzatan yaşlı, her şey insanla güzelmiş; işleyecek insan yoksa koca ova senin olsa ne olur ki… Ağlamaktan kanlanmış ve yaşlılık perdesiyle örtülmüş gözler, değneğin uzandığı ovaya, umutsuz ve hüzünle baktılar. Kahverengi gözleri olan yaşlı, bakışlarını agoranın ortasında bulunan tapınağın üzerinden, geleceğin penceresine bakıyormuşçasına gökyüzüne sabitleyerek, “her şey Gaya’nın (Toprak Ana) rahminden cenin olarak doğdu ve tekrar cenin gibi oraya geri dönecektir. İşte oraya döndüğümüz de, bu kadar korkunç acıları görmüş olan gözlerimiz toprakla örtüldüğünde, bu dünyanın bütün acılarından kurtulacağız” dedi.

Yönetimler, dinler değişti aradan 1831 yıl geçti. Birçok acının yaşandığı Antiokheia’nın üzeri 3 metreye yakın bir toprak tabakasıyla kapanmıştı. 1924 yılında Amerikan kazı ekibi kentin kalbine ilk kazmayı vurduğunda üzeri toprakla örtülmüş acılar, yeniden gün yüzüne çıkmaya başladılar. Toprağa vurulan her kazma darbesiyle vücut bulan sayısız hikâye, okunmayı, anlaşılmayı ve ders çıkartılmayı beklerken; egoları, hırsları ve kibirleri yüzünden acıları yaşan insanların aynısı insanlarla karşılaştılar. Kazının ikinci ayında, Tiberius Forumunda yapılan kazılarda Forumun kuzeydoğu köşesinde, sonradan devşirilerek duvarda kullanılmış, sol tarafında uzun bir yazı, sağ tarafında ise Tibereia Platea yazılı olan dikdörtgen bir blok gördüler. Kazı Başkanı Robinson ve kazının başlamasını sağlayan Ramsay, heyecanla yazıtı okumaya çalıştılar. İmparator Domitianus ve Vali Rusticus’un isimlerini okuyan ikili, yazıtın MS 93 yılında yazılmış olduğunu hemen anladılar. Dönemin valisinin, kuraklık ve aşırı yağışlar yüzünden yaşanan felaket ortamını stokçuluk, karaborsacılık ve tefecilikle daha da yaşanmaz hale getiren insanları engellemek için çıkardığı bir kararnameydi. Robinson, Ramsay ve kazı ekibinin akşam yemeğindeki sohbetleri, açığa çıkarılan bu yazıtın içeriğiydi. Doğal felaketlerin yarattığı acılar ve bu acı ortamında bile kötülüğü elden bırakmayan ve bu durumu kendisi için fırsata çevirmeye çalışan açgözlü insanlar. Kazının Antropoloğu, insanın gözünü, ancak toprak doyurur dedi. Bütün ekip gülümseyerek antropoloğu tasdik ettiler. Açgözlü insanları kınayan ve geçmişten ders alınması gerektiğini vurgulayan kazı ekibinin başındaki Robinson ve Ramsay bir hafta sonra yazıtı yayınlama konusunda tartışıp kavga edince kazı çalışmaları sonlandırıldı.

Kuraklık sonrası gelen ve bereket olarak yorumlanan yağışlar, insanlar için büyük bir felaket olmuştu. Ekim ayında ilk yağmur yağmaya başladığında “bereket” diye yorumlayan yaşlının gözlerine bakarak, “bereket içerisinde felaketi; felaket içerisinde bereketi barındırır” diyen yaşlının sözünü o gürültüde duyan olmamıştı. Bu felaketin tanığı olan yazılı blok, bu trajik hikâyeyi, stokçu, karaborsacı ve tefecileri anlatmak için Yalvaç Arkeoloji Müzesinde sizleri beklemektedir.

Etiketler: » »
Share

Yorum yapabilmek için Giriş yapın.

İLGİNİZİ ÇEKEBİLECEK DİĞER KÖŞE YAZILARI

  • ANTİOKHEİALI YAŞLI KADIN

    25 Nisan 2024 Köşe Yazıları, Kültür Sanat, Tüm Manşetler

    Üçüncü cemre düştüğünde, karlar erimeye başlamıştı. Kentin sokaklarında eriyen karların suları, bulanık bir şekilde akmaktaydı. Bir zamanlar düzgün taş döşeli olan sokaklar artık bütün özelliğini kaybetmiş, kanalizasyon sistemi tıkanmış, sular caddenin yüzeyinde sessizce akmaya başlamıştı. Bahar güneşinin sıcaklığı kendini iyice hissettirirken, yaşlı kadın kahvaltısını yapmış, mutfağın penceresinden güneşin ışıklarını izleyerek, derin düşüncelere dalmıştı. On üç yaşında evlenip geldiği bu evde geçirmiş olduğu günlerin hayaline dalmıştı ki, hizm...
  • TANRIYA KARŞI HATA YAPMAYACAKSIN

    16 Nisan 2024 Köşe Yazıları, Tüm Manşetler

    Erkenden uyanan Pomponius avludaki çardağın altında oturmuş; yorgun, boş bakışlarla etrafına bakınıyordu. Auxanousa günaydın diyerek gelip karşısındaki sandalyeye oturdu. Pomponius gözünün ucuyla ona bakarak; “bir haftadır senin yüzünden doğru düzgün uyuyamıyorum. Yatakta dönüp duruyor ve durmadan sayıklıyorsun.” Auxanousa mahcup bir biçimde başını hafif öne eğerek, her gece aynı rüyayı görüyorum. Oğlumuz Terentius karşımda durup bana bakıyor. Bakıyor dediysem o ela güzel, sevgi dolu gözleriyle değil. Zift gibi bir siyahlıkla dolu göz çukurları...
  • Öğretmen ve Üniversite

    10 Aralık 2023 Köşe Yazıları, Tüm Manşetler

    Sümerli eğitmen ve şair Ludingirra, günümüzden 4000 yıl önce “Mademki biliyorsun, niye öğretmiyorsun”  diyerek bilginin ve öğretmenin önemini çağlar ötesinden seslendirmiş. “Hiç Bilenlerle Bilmeyenler Bir olur mu” ilahi tebliğinde bilgilenmenin, öğrenmenin ve Hz. Ali’nin “Bana Bir Harf Öğretenin 40 Yıl Kölesi Olurum” sözlerinde öğretmenin önemi en güzel şekilde ifade edilmiş. Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK, İstiklal savaşında düşmanla olduğu gibi; Cumhuriyetle birlikte “Ülkemizi dünyanın en mamur ve en medenî memleketleri seviyesine çıkartmak”, ...
  • Ramazan Amca’nın Duâsı

    07 Aralık 2023 Köşe Yazıları, Tüm Manşetler

    “Sen kendüye ne sanursan ayruğa da anı san. “      Hacı Bektaş Velî 19 yıl önce... Geçirdiğim kalp rahatsızlığı nedeniyle üniversite hastanesinin kardiyoloji servisinde yatıyorum. Oda arkadaşım Ramazan Amca, 80-85 yaşlarında bir Alzheimer hastası... Refakatçisi olan yakınlarından öğrendiğimiz kadarıyla geçmişte çiftçilik yapan bu amcamız  boylu poslu;  ileri derecede görme rahatsızlığı olduğu için kalın camları olan gözlük takan, konuşmayı seven birisi.  Bizi tanımak istiyor; kendimizi tanıtıyoruz, on dakika sonra aynı şeyleri yine soruyor ve...