logo

ANTİOKHEİALI YAŞLI KADIN


Prof.Dr. Mehmet ÖZHANLI
mehmetozhanli@sdu.edu.tr

Üçüncü cemre düştüğünde, karlar erimeye başlamıştı. Kentin sokaklarında eriyen karların suları, bulanık bir şekilde akmaktaydı. Bir zamanlar düzgün taş döşeli olan sokaklar artık bütün özelliğini kaybetmiş, kanalizasyon sistemi tıkanmış, sular caddenin yüzeyinde sessizce akmaya başlamıştı. Bahar güneşinin sıcaklığı kendini iyice hissettirirken, yaşlı kadın kahvaltısını yapmış, mutfağın penceresinden güneşin ışıklarını izleyerek, derin düşüncelere dalmıştı. On üç yaşında evlenip geldiği bu evde geçirmiş olduğu günlerin hayaline dalmıştı ki, hizmetli genç kızın sesiyle irkildi. Genç kız, “Efendim, başka bir şey ister misiniz?” diye sordu. Yaşlı kadın, elinin tersiyle “git” işareti yaparak, “Hayır, bir şey istemiyorum.” diye mırıldandı. Masadaki kahvaltı tabaklarına baktı ve sol elini masanın üstüne dayayarak ayağa kalkmaya çalıştı. Ayağa kalkmakta zorlanan kadın, öfkeyle “Bir zamanlar sana hiç ihtiyacım olmadan ayağa kalkabiliyordum.” deyip sendeleyerek doğruldu ve kapıya doğru yürüdü. Kanatlı kapının, açılan tarafının kilidini yukarı doğru kaldırarak dışarı çıktı. Gözlerini kısarak, güneşin baharı yansıtan ışıklarına baktı. Kapının önündeki iki basamaktan güçlükle aşağı inerek, duvarın dibindeki sekiye oturdu. Derin derin nefes alarak, yaşadığı zorluklara hayıflandı. Diş kalmamış ağzını birkaç defa şapırdattı, ağzında birikmiş olan tükürüğünü yutkundu. Feri sönmüş gözleriyle, bakışlarını avluda gezdirdi.

Avlunun hemen girişinde bulunan yaşlanmış iğde ağacına bakarak düşündü; baharın ılık ve taze güneşi kenti yeniden canlandırmaya başlamıştı ama tıpkı kendisi gibi bu ağaç da, yeniden canlanmak istemeyecek kadar yorgundu artık. Bunları düşünürken ağaca doğru yavaş yavaş yürüdü ve ağacın altındaki eskimiş sedire oturarak, ağacın çok az domurlanmış dalından alabileceği kokuyu içine çekmek istercesine derin bir nefes aldı. Bakışları ağacın sol tarafında duran avluya açılan kanatlı kapıya takıldığında, iç geçirerek o kapıdan bu eve ilk girdiği günü düşündü. Adet görmeye başladığı birinci yılda annesi gelip, babasının ona bir eş bulduğunu ve evlenmesi gerektiğini söylediği gün Maria bunun ne kadar ciddi bir iş olduğunun farkında bile değildi. O haftanın son günü kentin ileri gelen ailelerinden biri olan Yakup’lar onlara misafir geldi. Annesi Maria’ya, getirdiği elbiseyi giyip misafirlere hizmet etmesini söyledi. Maria hizmet ettiği insanların bir gün ailesi olacağını hiç düşünmemişti. O ayın sonunda, söz kesilmiş ve düğün için gün belirlenmişti. Kentlilerin ve kent çevresindeki akrabaların geldiği büyük bir düğün töreniyle Maria gelin oldu. Bindirildiği at bu kanatlı kapıdan içeri girdiğinde, evden ayrılıp yeni bir yere geldiğinin farkına vardı. Şu anda altında oturmuş olduğu iğde ağacı, o zamanlar yeni çiçek açmış genç bir fidandı.  Tanımadan evlendiği eşi Joseph kendinden altı yaş büyüktü ve iyi kalpli bir insandı. Uzun boylu, kumral tenli ve ona güzel bakan ela gözleri vardı. Aklı ermeden evlenip geldiği bu evde, yaşadıklarını düşünen Maria avlunun kanatlı kapısının açılma sesiyle irkildi. Kapıdan içeri giren torunu, Maria’yı fark etmeden hızlı adımlarla evin kapısına yöneldi. Kapıyı açarak hızlıca içeri girdi. Torunun arkasından bakan Maria iç geçirerek ‘Neden bu kadar öfkeli ki?’ diye düşündü. Karmaşık düşünceleri arasında dedesinin kendisine anlattığı bir hikâye akmaktaydı. Yaşlanmış olan adam artık kendi ihtiyaçlarını karşılayamaz hale gelmişti. Babasının büyük bir ilgi gösterdiği dedesine hizmet eden Maria her gün ondan farklı hikayeler dinlerdi. Bir gün dedesi ona zamanın acımasızlığı üzerine bir hikâye anlatmıştı. Hayatta durdurulamayacak ve ne getireceği bilinmeyen tek şeyin zaman olduğunu söylemişti. Ve bir gün insanların bütün değerlerini yitirip anlamsız şeyler peşinde koşacağından bahsetmişti. O gün geldiğinde çocuğun babasını, annenin çocuğunu tanımayacağını anlatmıştı. Maria da yanında büyümüş olan torununu uzun zaman önce artık tanıyamaz hale gelmişti. Eskiden her şeyi konuşup kendisiyle paylaşan torunu, artık hiçbir şeyi anlatmaz ve kendisiyle konuşmaz olmuştu. Evin sertçe kapanan kapısı Maria’nın zihnindeki düşünceleri de soluklaştırıp bitirdi. Ellerini dizlerinin üzerine koyarak zorlukla doğruldu ve eve doğru yürüdü. Sağ eliyle güçlükle ittirdiği kapıdan içeri girdi. Gidip mutfaktaki masanın yanındaki sandalyeye oturdu.

Ahşap merdivenden gelen gıcırtıdan torununun aşağıya indiğini anladı. Mutfağın kapısını açan torunu ninesini gördüğünde şaşırdı. Şaşkınlık ve telaşla tezgâhta duran su bardağını alıp ninesini saygıyla selamladı. Yaşlı Maria torununa odaklamış olduğu bakışlarıyla “Günaydın, nasılsın yavrum?” dedi. Ninesinin bakışlarından gözlerini kaçıran delikanlı, “İyiyim nine, sen nasılsın?” dedi ve ninesinin karşısında duran sandalyeye oturdu. Uzun zamandır torunuyla konuşamayan Maria, sitemkâr bir sesle “Her gün erkenden çıkıp geç saatlere kadar gelmiyorsun!” deyince, genç adam kestirip atarak “İşlerim, yapmam ve neticelendirmem gereken şeyler var.” deyip elindeki bardağa masada duran sürahiden su doldurdu. Bir yudum içip, bardağı masaya bıraktı ve “Gitmem gerekiyor, sonra konuşuruz.” dedi. Maria’nın ‘görüşürüz’ demesine bile fırsat bırakmadan, telaşlı hareketlerle hızlıca, evden çıkıp gitti. Torununun bu keskin tavrı, bir bıçak gibi yüreğine saplandı. Yağmur bulutlarının örttüğü feri sönmeye yüz tutmuş gözleriyle onun arkasından bakakaldı. Yüreğine çöken ağırlık, yüzündeki kırışıklıkları daha da derinleştirdi. “Yapacak çok işi varmış, çok işi varmış.” Diyerek, bu cümleyi birkaç kez tekrarladı. Öfkenin sardığı kalbi, incelmiş kaburgalarının arasından fırlayıp çıkacakmış gibi hızlıca çarpmaya başladı, bütün gövdesini saran titreme, gözlerinden akan yaşları göğsünün üzerine serpiştiriyordu. Benzer nöbetleri son zamanlarda çok sık geçirmeye başlamıştı. Masada duran bardaktan suyu içmek için uzattığı ellinin titremesine engel olamadı. Bardağı sıkıca kavradığında bardakta çalkalanan su masaya döküldü; zorlukla ağzına götürdüğü bardaktan bir yudum içti. Ağzını ve göğsüne döktüğü suyu titreyen diğer eliyle sildi. Derin derin soluyarak kendini kontrol etmeye çalıştıysa da boğazında düğümlenen hıçkırıklar, kapı gıcırtısına benzer bir sesle ağzından boşaldı. İçtiği su dudaklarının kenarından ince bir kanal biçiminde göğsünün üzerine aktı. Ağzına gelmiş olan kusmuk tadından kurtulmak için birkaç kez yutkundu. Şapırdattığı ağzını silerek masanın yanında duran değneğe uzandı, titreyen sol eliyle, kavradığı değneğe; sağ eliyle de masaya yaslanarak ayağa kalktı. Eğilmiş belini doğrultmak için omuzlarını geriye doğru esnetti ve gövdesini dikleştirdi. Yürümeyi yeni öğrenmiş bir çocuk gibi korkarak kapıya doğru bir adım attı. Durdu bacaklarını ve gövdesini biraz daha esneterek, yerde sürüdüğü ayaklarıyla kapıya vardı. Yüreğini bir sarmaşık gibi saran düşüncelerle ve titreyen gövdesiyle kapıdan çıkıp iğde ağacının altındaki sedire gelip oturdu. Bahar güneşi, sıcaklığını iyice hissettirmeye başlamıştı. Titremesi durmuş, başına şiddetli bir ağrı girmişti. Başörtüsünün üzerine, alnında bağladığı eşarbını çözüp daha sıkı biçimde bağladı. Arkasındaki hasır yastığa yaslanıp gözlerini kapadı. Derin bir iç geçirdi ve ağzını şapırdatarak yutkundu. Uykuya dalmak üzereyken ayağı boşluğa gelip düşecekmiş hissiyle sıçradı, gözlerini açtı. Yorgun ve uykulu gözleriyle avlunun boşluğuna bakındı. Gözlerini tekrar kapadı ve uyumaya çalıştı. Ne kadar uğraştıysa da bir türlü kafasının içinde dönen düşüncelerden kendini kurtaramadı. Her geçen gün, geçmişin unutulmuş ya da unutulmak istenmiş detayları gelip gözünün önünde berraklaşıyordu. İmparatorun yayınlamış olduğu fermandan beri herkes, kendini güvenceye almak için bütün geçmişini inkâr edip yeni dinin ateşli savunucusu olmuştu. Torunu doğmadan çok önce, kendisi ve ailesi yeni dini çoktan kabul etmek zorunda kalmış ve geçmişle bağlarını koparmışlardı. Evlendiğinin ikinci yılında, kuyumcu olan kayın babası, varlığını kaybetmemek için vaftiz olmayı ilk kabul edenlerdendi. Onun isteği doğrultusunda Maria, Josef ve ailenin geri kalanı da vaftiz olmuşlardı. Tam o zamanlar neredeyse kentin nüfusunun üçte ikisi, gece ile gündüz gibi keskin bir değişiklik içindeydi; geri kalanlar da alacakaranlık gibi araftaydılar. Oysa şimdi geçmişten eser kalmamıştı ve hiç kimse yeni dinin ibadethanesi olan kiliselerden çıkmıyordu. Geçmiş, yaşlıların zihninin küçük bir köşesinde kara bir perdeyle örtülüp unutulmaya terk edilmişti. Yaşlı kadın, torunun bu kadar radikal olmasına bir anlam veremiyordu. Kayın babası öldükten sonra kuyumcu dükkânını Josef çalıştırmış ve o da torunun babası olan oğluna bırakmıştı. Oğlunu ve gelinini hayattan alan o talihsiz kaza olduğundan beride dükkân ve evin diğer işleriyle torunu ilgileniyordu. Yirmi beş yaşını geçmiş olmasına karşın evliliğe bir türlü yanaşmıyordu. İlk kez tartıştıkları gün;  kendisini, İsa Mesih’in yoluna adadığını ve evlenmeyeceğini, sesini yükselterek söylemişti. Maria, torunun kendisine karşı yükselttiği sesinin ve duyduklarının etkisiyle söyleyeceklerini unutmuş ve olduğu yere yığılıp kalmıştı. Çocuk, onu düşürdüğü duruma aldırmadan arkasını dönüp çıkıp gitmişti. İlk atağını titreyerek o zaman geçirmişti. Ondan sonra ne zaman üzülse atak geçirir olmuştu. Kayın babasının, kocasının ve kendisinin büyük uğraşlarıyla bir arada tutuğu bu kadar mal, evlenmeyi düşünmeyen torunun akılsızlığıyla tarumar olup gidecek diye düşünüyordu. Kendi soyundan gelen birinin böyle keskin bir dönüşüm ve değişim yaşadığına anlam veremiyordu. Oysa kendisinin yaşayıp gördüklerini ve babasından dinlediği geçmişle ilgili hikâyeleri, torununa biraz üstü kapalı da olsa, ona vermek istediği mesajları anlayacağı biçimde anlatmıştı. Kendi çocukluğunda bahsederken o dönemde Antiokheia’da yaşanan bütün olumsuzluklara karşın, insanlar arasındaki saygın davranışları özlemle yad ederdi.

Babasıyla ilk defa sinagoga gittiği gün, kadınların durması gereken bölüme annesiyle birlikte geçmiş ve ilk ayine katılmıştı. Hiç dua bilmeden katıldığı bu ayinden çıkıp eve döndüklerinde, yolda karşılaştıkları komşusuyla saygıyla selamlaşan babasına, “Bu insanlar bizim gittiğimiz yerde yoklardı; bunlar nerede ibadet ediyorlar?” diye sormuştu. Babası onların tapınakta ibadet ettiklerini söyleyip, tapınak ve tapınaklarda yapılan ibadetler hakkında bilgiler vermişti. Kafası karışan Maria, “İnsanlar Tanrı’ya neden farklı yerlerde ibadet ederler ki?” diye mırıldandı. Şaşkınlıkla Maria’nın yüzüne bakan babası kızının soru mu sorduğunu yoksa sesli mi düşündüğünü anlamaya çalıştı. Sağ elini sevgiyle kızının örtülü başının üzerine koyarak “Onlar, Musevi değil, Ay Tanrısı Men’e inanıyorlar. Atalarımız bu kente getirildiklerinde onlar buradaymış. Ne onlar bizim inancımıza karışmışlar ve ne de bizimkiler onlarınkine. Benim çocukluğumda da onlarla hiçbir sorun yaşamadık. Ancak bu yeni dine inanlar her şeyi mahvedecekler gibi.” deyip iç geçirmişti babası. Zaman, babasını haklı çıkarmıştı. Aileler parçalanmış, herkes birbirine düşman olmuştu. Çok acılı ve kötü zamanlardı. Kayın babasının isteğiyle Hıristiyan olduklarında yaşadıkları zorlukların tarifi yoktu. On beş yaşına kadar öğrendiği ve inandığı her şeyi terk ederek yeni bir dine tabi olup, ona uyum sağlamak hiç de kolay olmamıştı. Derin bir iç geçirdi. Kurumaktan kaşınan gözlerini iki elinin tersiyle ovuşturdu. Gözlerini açtığında hizmetli kızın karşısında durduğunu fark etti. Genç kadın “Efendim yemek hazır. Hava serinlemiş; üşüteceksiniz, buyurun içeri geçin.” deyip sedirin yanında yere düşmüş değneği aldı ve Maria’ya uzattı. Maria sağ eliyle değneği aldı, kaşımaktan kanlanmış gözlerini kızın yüzüne sabitledi. Kızın davranışındaki samimi sevgi, soğumaya yüz tutmuş yüreğini ısıttı. Kırışmış yüzü gerildi ve gözlerinin içi parladı. Kalkmak için yeltendiğinde genç kız sol kolundan tutarak kalkmasına yardım etti. İçeri mutfağa geçtiler. Hazırlanmış olan yemekleri yedikten sonra, dinlenmek için odasına çıktı. Yatağın yanında duran koltuğa oturup pencereden dışarı baktı. Yaptığım en doğru şeylerden biri bu kızı eve almak oldu diye kafasından geçirdi. Yemeğin verdiği rehavetle ağırlaşan göz kapaklarını açık tutmaya çalıştıysa da uykuya yenik düştü. Başını arkaya yasladı ve bedenini uykunun kollarına bıraktı. Rüyasında Josef’i gördü. Birlikte sinagoga gelmiş yan yana oturuyorlardı. Haham, Tora’dan dualar okuyordu. Sinagogun içi tıklım tıklım doluydu. Kadın erkek karışık duruyordu. Maria, kalabalığa göz gezdirdi. Bakışlarını Josef’in yüzüne odakladı. Yüzü solgun adam, pür dikkat hahama bakıyor içinden dua ediyordu. Sağ elini, eşinin elini tutmak için uzattığında, arkada annesinin sesini duydu. Hızlıca başını arkaya çevirdiğinde alevlerle yükselen siyah bir duman gördü. Panikle Josef’i sarstı. Adam başını çevirip yüzüne baktığında korkuyla irkilip ayağa fırladı. Alevlere doğru koşan torununu görünce “Yakup!” diye bağırdı ve peşinden gitmek için hızlıca yürüdü. Alevlerden kaçan insanlar önüne yığıldı ve hareket edemedi. Alevlere yakın olanlar öndekileri ittirince Maria yere düştü ve üzerine onlarca insan yığıldı. Nefes almaya çalıştıysa da nefes alamadı. Nefesi iyice kesilmişti ki, sıçrayarak uyandı. Yüzüne düşmüş eşarbını sağ eliyle çekip aldı. Derin derin soludu. Elinde tutuğu eşarpla yüzündeki teri sildi. Başını bağladı, değneğe yaslanarak zorlukla ayağa kalkıp odadan çıktı. Mutfağa geldiğinde torunu oturmuş bir şeyler yiyordu. Umutsuzca genç adama baktı ve geçip karşısına oturdu. Torunu onu görünce tedirgin bakışlarını kaçırarak, “Atölye ve dükkânı sattım. Önümüzdeki hafta Kapadokya’da bir manastıra gidiyorum. Bundan sonra dinimin hakkını vererek ömrümün geri kalanını keşiş olarak yaşayacağım. Artık kendimi tamamen İsa Mesih’e adıyorum.” dedi bir çırpıda. Maria şaşkın gözlerle delikanlının yüzüne bakıyordu. Dişsiz ağzı açılmış, derin derin soluyordu. Bir şeyler söylemek istediyse de, boşalmış gibi duran beyninde hiçbir kelime bulamadı. Kekeleyerek sadece “Biz ne olacağız?” diyebildi. Torunu “Size biraz para ayırdım. Geri kalanını manastıra bağışladım. Hizmetli kızla da konuştum; seninle ilgilenecek.” diyerek elindeki ekmek parçasını ağzına atıp çiğnemeye koyuldu. Duydukları karşısında buz kesmiş kalbi, hızlıca çarpmaya başladı. Maria, içi geçmiş kuru bir ağaç kütüğüne dönmüş gövdesini saran titremeyle sandalyeden yere kapaklandı. Torun, çevik bir hareketle yaşlı kadının başını kucağına aldı ve hizmetli kıza seslendi. Genç kız geldiğinde masada duran suyu istedi ve sağ eline döktüğü suyu kadının yüzüne sürdü. Maria biraz kendine geldi. Mezar çukuruna dönmüş gözleriyle torunun yüzüne baktı ve iç çekerek gözlerini geri kapadı. Gövdesindeki titreme onu tutan torununu da sarsıyordu.  Adam hizmetli kıza “Yardım et; ninemi yatağına taşıyalım.” dedi. Yatağa uzattıklarında kasılması durdu nefes alışları yavaşladı. Hizmetli kızın çağırdığı tabip geldiğinde Maria uykuya dalmıştı. Tabip nabzını ölçmek için iki parmağını kadının bileğine bastırdığında hafif kımıldadı. Zorlukla araladığı göz kapaklarının arasından tabibin yüzüne baktı. Tabibin verdiği ilaçlar ve hizmetli kızın bakımıyla kendini biraz toparlayan Maria, torunu ile yapacağı konuşmayı kafasında tasarlamaya çalıştı. Kendisini ne kadar zorladıysa da onunla nasıl konuşacağına bir türlü karar veremedi. Sonunda her şeyi açıkça anlatmaya karar verdi. Hizmetli kıza seslendi ve torununu çağırmasını söyledi. Maria hastalandığından beri her gün gelip halini hatırını sorup onunla ilgilenmeye başlamıştı. Kapı çaldı Maria girmesini söyledi. Kapıyı yavaşça açan genç adam içeri girdi. Maria, “Hoş geldin Yakup.” dedikten sonra sağ eliyle koltuğu işaret ederek oturmasını söyledi. Arkasına koyduğu yastıklara yaslanarak yataktan iyice doğruldu ve söze başladı. “Oturup doğru düzgün konuşmayalı uzun zaman oldu. Sen benim hayatta tutunduğum tek dalımsın. Bugüne kadar düşünce ve davranışlarına hiç karışmadım. Aldığın eğitimi yaşıtlarının hiçbiri almamıştır. Çocukluk yıllarında geçmişle ilgili birçok şey anlattım. Ama görüyorum ki hiç anlamamışsın. Kafanı kim yıkadı, seni din konusunda kim bu kadar radikalleştirdi bilmiyorum.” Yakup, öfkeli bir ses tonuyla “Beni kimse etkilemedi; bu benim kendi düşüncem. İsa Mesih bütün insanlığın kurtuluşu için kendini kurban etti. Bana anlatmadığınız daha birçok gerçeği fark ettim. Sizler, hayatta kalmak için korkudan inanmış gibi yaptınız, ama gerçekten hiç inanmadınız. Ben sizin yaptığınız gibi davranamam. Yönetimi, çevrenizdeki halkı kandırabilirsiniz ama Tanrı her şeyi gören ve işitendir. Evet; bana çok büyük imkân ve olanaklar sağladınız, ancak ruhumu yaraladınız. Bundan dolayı aldığım karardan dönmeyeceğimi bilmeni isterim.” Torununun bu sert çıkışından paniğe kapılan Maria, anlamsız bakışlarla adamın yüzüne bakakaldı. Yakup, “İki gün sonra gidiyorum. Seni ziyarete gelirim.” deyip, ayağa kalktı. Maria, “Atalara saygıyı emretmiyor mu bu din?” deyince, Yakup, “Evet emrediyor ama ataların inancı gerçek değilse onları kafir görüyor.” diyerek odadan çıktı. Gözlerini kapanan kapıya diken Maria, boğazında düğümlenen hıçkırıklarla ağlamaya başladı.

İki gün sonra torunu iki arkadaşıyla, siyah keşiş elbisesi giymiş olarak avlunun kapısından içeri girdi. Ahırdaki katırı çekerek getirip eşyalarını yüklemeye başladı. Mutfağın penceresinde avluda yaşananları seyreden Maria, hayıflanarak zorlukla ayağa kalktı, kapıdan çıkıp merdivenin yanındaki sekiye oturdu. Maria’yı gören torunu ve arkadaşları onu saygıyla selamladılar. Arkadaşları yükü bağlarlarken Yakup ninesinin yanı geldi. “Kendine dikkat et; beni merak etme. Tanrı, İsa Mesih bütün günahlarını af etsin. Son nefesinde sana iman nasip etsin.” deyip sağ elini kalbinin üzerine koyup bir dua mırıldandı. Siyah keşiş elbiseleri içinde torunu gözüne bir yabancı ve korkunç göründü. Hıristiyanlık ilk resmileştiği dönemde bu elbiseyi giymiş insanların pagan ve Museviler’e yaptıkları işkenceleri hatırladı. Tanrının adına yaşattıkları o büyük açıların hikayelerini dinleyerek büyümüştü. Şimdi kendi kanından olan biri o elbiseleri giymiş, karşısında durmaktaydı. Öfkeyle torunun gözünün içine bakarak “Rab seni de afetsin umarım bir gün gerçekleri görürsün.” Hizmetli kız da çıkmış, gözlerinden akan yaşı elinin tersiyle silerek kapının eşiğinde onlara bakıyordu. Arkadaşları işi bitirdiğinde Yakup, “İsa Mesih sizi korunsun.” deyip arkasını dönüp gidecekti ki Maria, Yakup “Seni böyle göreceğime ölseydim daha iyi olurdu. Aslını inkâr eden insanların inandığı din bir anlam ifade etmez. Sen bizi, atalarını inkâr ediyorsun. Yehova seni afetsin.” Yakup ilk kez ninesini bu kadar sert ve ciddi gördü. “Yehova” ismini gereksiz yere söylemeye korktukları halde ninesi şimdi bu ismi söylemişti. Başını eğdi, hiçbir şey söylemeden arkadaşlarının yanına gitti. Katırı çekip kanatlı kapıdan çıktıklarında Maria’nın öfkeden yüzü kıpkırmızı kesilmişti. Hizmetli kız yanına gelip oturdu. “Üzülme; ben seni terk etmeyeceğim.” diyerek sol eliyle kadının sırtını sıvazladı. Kadın sağ kolunu kaldırarak kızın boynuna doladı, kendine doğru çekip titreyen eliyle saçlarını okşadı.

Torunu gittikten sonraki günlerde Maria, öfkeyle karışık bir üzüntüyle uyandı. Günlerinin büyük bir bölümünü iğde ağacının önündeki sedirde oturarak geçirdi. O hafta, uzun zamandır hasta olan çocukluk arkadaşı da ölünce Maria, yardımcı kızın yardımıyla zorlukla nekropole gidebildi. Mezarın yanındaki taşın üzerine oturup içine çöken üzüntüyle mezar taşına baktı. Kurumuş gözlerinde birkaç damla yaş döküldü. Uzun zamandır konuşup dertleştiği tek insan da onu terk etmiş, yalnız bırakmıştı. Kanlanmış gözlerinde bakışlarını mezar taşlarında gezdirdi. Mezar taşlarındaki isimleri okuduğunda tanıdıklarının neredeyse tamamının orada olduğunu fark etti. Büyüyüp yaşadığı kentte artık çok az insan tanıyordu. Arkadaşının mezarından bir avuç toprak alıp titreyen avucunda sıktı, içinden bir dua okudu. Değneğine yaslanarak annesinin mezarına gitmek için kalktı. Hizmetli kız dikilmiş onu seyrediyordu. Ayaklarını sürüyerek biraz yürüdü. Josef’in, oğlunun ve gelinin mezarını fark etti. İç çekerek, eşini çocuğunu değil, annesini düşündüğüne şaşırdı. Gidip iki mezarın arasında durdu bir dua okudu. Derin derin aldığı nefesle şişip inen göğsüne damlayan yaşlar, dudaklarının kenarında akarken mırıldandı “Beni bırakıp gitti, beni terk etti. Keşke ben de sizinle burada olsaydım da, bu günleri yaşamasaydım.” Hıçkırıkla birlikte tutan kuru öksürük nefesini kesti. Oturmak için bakındığında genç kız kolundan tutarak Josef’in mezarının kenarına oturmasına yardım etti ve “Efendim, kendinizi üzmeyin; yine atak geçirebilirsiniz.” dedi. Öksürüğü seyreldi, derin derin soludu, “İyiyim merak etme, yardım et annemin mezarına gidelim.” dedi ve ayağa kalkmak için yeltendi. Gözlerini mezarlardan ayırmadan yürüdü. Annesinin mezarına geldiğinde özlemle mezara baktı. İçinde, mezarın üzerine atılıp, annesinin kollarına dolanma duygusu o kadar yoğunlaştı ki, kendini zor tutu. Kendisi annesinden daha fazla yaş almasına karşın, annesine olan özlemi burnunun direğini sızlatıyordu. Kendini o kadar yalnız ve çaresiz hissetti ki, küçük bir çocuk gibi büzülüp boynunu büktü. Kesik kesik öksürdü. Kuruyan gözlerinde biriken yaşlar, yüreğinin içine akıyordu. Titreme tutunca genç kız sarılıp yavaşça oturttu. Uzun süre hiçbir şey düşünemeden babasının ve annesinin mezar taşlarını izledi. Genç kızın “Efendim gidelim.” sözünü duyduğunda anlamını yitirmiş bakışlarını kızın yüzüne çevirdi. Başıyla gitmeyi kabul eden bir hareket yaptı. Genç kız koluna girip ayağa kalmasına yardım etti. Ayağa kalkınca bakışlarını nekropoldeki bütün mezarların üzerinden gezdirdi. Değneğine yaslanarak kızın yardımıyla zorlukla yürüdü. Mezarlardan biraz uzaklaştıktan sonra durup, son bir defa mezarlara baktı. “Ailem, bütün tanıdıklarım burada ey Adonay; benim de canımı al, kurtar beni bu azaptan. Bu gözlerimi toprakla doldur ki, daha fazla kötülük görmesiler.” deyip yürümeye devam etti. Bütün tanıdıklarını arkada bırakmış, artık çok az tanıdığı kalmış kente doğru yürüdüler…

Etiketler: » »
Share

Yorum yapabilmek için Giriş yapın.

İLGİNİZİ ÇEKEBİLECEK DİĞER KÖŞE YAZILARI

  • Kırım – Kongo Kanamalı Ateşi; Keneler ve Düşündürdükleri

    30 Nisan 2024 Köşe Yazıları, Tüm Manşetler

    İçinde bulunduğumuz ay itibarıyla havaların ısınması, yağmurların yağması ile birlikte, bahçe, tarla işleri ile birlikte KENE MEVSİMİNİNİN de başlaması, dolayısıyla Kırım-Kongo Kanamalı Ateşi hastalığı ve insanlarda ölümlerin görülmesi söz konusu olabileceğinden, EMEKLİ DE olsam, sorumluluk bilinciyle yıllardır yaptığımız uyarıları, yapılması gerekenleri; YETKİLİLERE, ETKİLENENLERE bir kez daha hatırlatmak istedim.. Ülkemizde 2002 yılında Kırım-Kongo Kanamalı Ateşi ile gündeme oturan, popüler olan ve 7’den 70’e herkesin tanıdığı keneler, biz...
  • ANTİOKHEİALI YAŞLI KADIN

    25 Nisan 2024 Köşe Yazıları, Kültür Sanat, Tüm Manşetler

    Üçüncü cemre düştüğünde, karlar erimeye başlamıştı. Kentin sokaklarında eriyen karların suları, bulanık bir şekilde akmaktaydı. Bir zamanlar düzgün taş döşeli olan sokaklar artık bütün özelliğini kaybetmiş, kanalizasyon sistemi tıkanmış, sular caddenin yüzeyinde sessizce akmaya başlamıştı. Bahar güneşinin sıcaklığı kendini iyice hissettirirken, yaşlı kadın kahvaltısını yapmış, mutfağın penceresinden güneşin ışıklarını izleyerek, derin düşüncelere dalmıştı. On üç yaşında evlenip geldiği bu evde geçirmiş olduğu günlerin hayaline dalmıştı ki, hizm...
  • TANRIYA KARŞI HATA YAPMAYACAKSIN

    16 Nisan 2024 Köşe Yazıları, Tüm Manşetler

    Erkenden uyanan Pomponius avludaki çardağın altında oturmuş; yorgun, boş bakışlarla etrafına bakınıyordu. Auxanousa günaydın diyerek gelip karşısındaki sandalyeye oturdu. Pomponius gözünün ucuyla ona bakarak; “bir haftadır senin yüzünden doğru düzgün uyuyamıyorum. Yatakta dönüp duruyor ve durmadan sayıklıyorsun.” Auxanousa mahcup bir biçimde başını hafif öne eğerek, her gece aynı rüyayı görüyorum. Oğlumuz Terentius karşımda durup bana bakıyor. Bakıyor dediysem o ela güzel, sevgi dolu gözleriyle değil. Zift gibi bir siyahlıkla dolu göz çukurları...
  • Öğretmen ve Üniversite

    10 Aralık 2023 Köşe Yazıları, Tüm Manşetler

    Sümerli eğitmen ve şair Ludingirra, günümüzden 4000 yıl önce “Mademki biliyorsun, niye öğretmiyorsun”  diyerek bilginin ve öğretmenin önemini çağlar ötesinden seslendirmiş. “Hiç Bilenlerle Bilmeyenler Bir olur mu” ilahi tebliğinde bilgilenmenin, öğrenmenin ve Hz. Ali’nin “Bana Bir Harf Öğretenin 40 Yıl Kölesi Olurum” sözlerinde öğretmenin önemi en güzel şekilde ifade edilmiş. Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK, İstiklal savaşında düşmanla olduğu gibi; Cumhuriyetle birlikte “Ülkemizi dünyanın en mamur ve en medenî memleketleri seviyesine çıkartmak”, ...